Bir deli vardı köyde, adı Ali’ydi. Bu yüzden herkes ona deli Ali derdi.
Hiç kimse Ali abi demedi ona, çocuklar bile deli dedi. Hiç kimse
kardeşim demedi. Hiçbir çocuk baba diyemedi, hiçbir kadın kocam
diyemedi. Anne babası onunla hiç gurur duyamadı, onun hiçbir işi
olmadı. Hayat kaygısı olmadı hiç. Ne yerim, ne giyerim, nerde
yatar nerde kalkarım diye bir derdi olmadı. Doğa ona ne verdiyse
onla yetindi sadece. Kim ne verdiyse yedi, karnı doydu, kimse
bir şey vermediğinde aç kalıp açlığın hazzına vardı. Hiç
kimseden bir şey istemedi. Kim ne verdiyse giydi; babaların
eskimiş paltolarını, eskimiş ayakkabılarını giydi. Zengin
sofralardan arta kalan bayatlamış ekmeklerini yedi, bahar geldi
bostandaki, kırdaki meyvelerden yedi, ormanda yaprak yedi, kırda
ot yedi beslendi ama hiç kimseden dilenmedi.
Deli Ali’ydi onun adı. Herkes bilirdi ki o iyi bir deliydi. Aslında hiç
kimse ondan bir delilik görmedi. Çocukluğundan beridir cemaatle
namazını kılar, herkesten önce köy camisine o girerdi, halının
üzerinden sevaptır diye tozları o toplardı. Ramazanda oruç
tutardı ve iftar oluncaya kadar çatlasa yemek yemez, su içmez ve
hiç kimseyle konuşmazdı. Onun bu halinde bile başkalarına göre
bir delilik vardı. Arkadaşı olmadı onun hiç, ama insanların
arasına karışır onlarla birlikte oturur ve sohbet ederdi. Köy
kahvesine her akşam gider bir masaya sıkışırdı, masadakiler çay
ısmarlarsa içerdi. Kahveci isterse çeşmeden bidonlarla su
taşırdı, bundan da hiç gocunmazdı. En azından yediği yarım ekmek
tostun karşılığında bir emek sarf ederdi. Hiç kimseyi kırmadı,
hiç kimsenin söylediklerinden de alınmadı, kırılmadı. Cenaze
olduğunda mutlaka cenaze namazına giderdi ama yine de hakkını
helal ederdi. Ardından, meyitin gecesine, yedisine, kırkına,
elli ikisine ve yılında okutulan mevlit gecelerine de giderdi.
Herkes gibi Yasin’i huşu içinde dinler, dua ederdi ve bir mümin
gibi hep beraber aşk ile bir daha diyerek Kelime-i Şehadet de
getirirdi.
Deli Ali köyün en meşhur adamıydı. Kaymakam bile onu tanırdı. Köye kim
gelirse gelsin hemen yanına otururdu. İlçenin polis amiri,
jandarma komutanı, seçim zamanı köye gelen seçim delegeleri,
parti başkanları, Almanya’da yaşayan, orda doğup gelenler,
madende çalışanlar hep onu bilirler ve tanırlardı. O kimseyi
hayal kırıklığına uğratmadı elli iki yıldır. Kim nerden gelirse
gelsin köyün meydanında, kahvelerin önünde ilk tanıdık yüz
olarak onu görürdü, ilk ona selam verirdi. Onu kucaklamazlardı
ama “ Na’ber lan deli Ali?” demeyi de unutmazlardı. Geldikleri
yerden arkadaşlarına, ailelerine ne getirmişlerse bütçelerine
göre deli Ali’ye de mutlaka en az bir paket sigarayla gelinir ve
gönlü hoş edilirdi. O da eskilerden kimi görse yanına gelir
“hani öpücük yok mu öpücük” derdi.
Bir söz vardı hatırladığım “delidir ne yapsa yeridir” diye, o bu deliliğe
uyacak bir delilik yapmadı hiç. Ne bir hırsızlık yaptı ne de bir
başkasının tavuğunu “kışt” dedi. Deliydi ama öyle akla gelecek
delilikleri de yoktu. En hocadan daha hoca, en hacıdan daha
hacı, en ahlaklısından daha ahlaklıydı. Anası da hiç evermedi
onu, çocukları da onun gibi deli olur diye. Hem kendini akıllı
bulan hangi kadın varırdı ki ona, hangi kadın çocuklarını
doğururdu, hangi kadın yatağını paylaşırdı. Hangi kadın
şehvetini doyururdu. Hiçbir akıllı kadın yapmazdı bütün bunları.
Deli olmalıydı sadece bunları yapmak için. Ve ancak bir deli
olabilirdi Deli Ali’ye varacak biri. Annesi o zaman da bir deli
zaten bana yetiyor, ikisiyle birden kim uğraşacak derdi. Derdi
demesine ama içi de hep cız ederdi ana yüreğinin. Onun
akranlarına bakıp ağlardı, torunları olsun isterdi ama hepsinden
önce oğlunun ailesi olsun isterdi. Ona varacak cesur bir kadın
olsaydı. Ama yoktu işte. Kahroluyordu, isyan ediyordu, adaklar
adıyordu ama olmuyordu işte. Ve beddualar okuyordu onu döverek
bu hale getirenlere. Lanetler okuyordu ona vuran ellere.
Beddualar ahşap evin tahtları arasından bütün cinleri de
korkutarak göğe yükseliyordu. Bedduanın arasından çıkan
iniltiler ve haykırışlardan odanın hemen altında buluna ahırdaki
hayvanlar bile tedirgin oluyor, evin önünde bağlı olan köpekler
bile ulumaya başlıyordu. Bu ulumaları duyan komşular, sabaha bir
adamın öleceğine yoruyorlardı. Öyle ki Şeytan bile bu
beddualardan nasibini almamak için Allah’a sığınabilirdi.
Yıldızların şekli değişir yörüngesinden kopabilirlerdi. Kadın o
yaşlı haline yaşlı gözleri de ekleyip sabah güneş ağarıncaya,
yeryüzünü kızıllık kaplayıncaya kadar beddua ederdi.
Bir gün deli Ali’ye herkes başka bakmaya başlamıştı. Onu gören sevgiyle
korku arasında ve biraz da acıma duygularıyla ona mesafeli
duruyordu. Kahvede çayı hemen önüne geliyor, cıgarası hemen
ateşleniyordu. Sonra insanlar kendi aralarına dönüp iki günden
beri kulaktan kulağa dolaşan dedikoduları konuşmaya başlıyordu.
Biri bir şeyler anlatırken ötekiler hep bir ağızdan “hadi yaaa,
deme beee, bak senn” diyerek hayretler içinde kalıyorlardı. Ama
yine de farklı şeyler ortaya çıkıyor kimse işin aslını astarını
bilemiyordu. En sonunda köyün en yaşlısı olan Hüsnü amcaya
gittiler. Hoş beş derken kahveler içildi, meseleye gelindi.
Hüsnü amaca sorular karşısında pek tedirgin oldu. Biraz düşündü önce,
bakışları çimento kağıtlarıyla kaplı olan duvarlarda gezindi.
Yutkundu birkaç kez, ak sakallarını ak elleriyle birkaç kez
sıvazladı, uzun bir konuda konuşmak için boğazını temizliyor
gibiydi. Topal Ali’nin oğluna dönerek “olum yak bakalım bir
cigara”dedi. Maltepe cıgarasının dumanını ta ciğerlerine çekerek
konuşmaya başladı: Çok zaman oldu tabi dedi, tam olarak
hatırlamayabilirim. Ama bizim koca karı da bilir az çok. O da
deli Ali’nin anasıyla aynı zamanda gelin geldi. “Doğru” dedi
Hatice nine. Biz bir ay arayla geldik’di bu köye. Hüsnü amca
tekrar sözü aldı.
Bu deli Alinin dedesi vardı adı kör İlyas’tı. Bağı bahçesi, toprağı çoktu.
Bu adamın da iki oğlu vardı. Büyükleri Ali’nin amcası Kürek
Memet, küçükleri de Ali’nin babası olan deli Satılmış. Deli
dememe bakmayın sakın, öyle oğlu gibi deli falan değilmiş. Ama
deli takmışlar işte karakterinden dolayı. Ne ana ne baba ne de
abi sözü dinlermiş. Yer içer gezermiş işte. Gözü kara biri
olduğu içinde deli demişler arkadaşları. Sonra işte bu deli
Ali’nin anasını kaçırmış öte köyden. Abisi karşı çıkmış ama
becerememiş bir türlü. Bu tarlaların kendisinde kalmasını
istiyormuş adam. Bu deli diye, har vurur harman savurur diye
çocuğu olmasını da istememiş. İki defa hamile kaldıysa da kadın,
tarlada ağır işler yaparken düşük yapmış. En sonun da bu deli
Ali doğmuş. Ama deli değildi o zamanlar. Hatta ilkokul üçe kadar
bizim Davut’la birlikte okuduydu. Sonra bu Kürek Memet çocuk
kafayı yesin ve mirastan faydalanamasın, bağ bahçe kendi
çocuklarına kalsın diye hep dövermiş, eline ne gelirse başına
vururmuş onunla. Bazen balta sapı bazen kazma, bazen de kürek
sapıyla dövermiş Ali’yi. Bir gün yine işte oturdukları o evi
yaparken keser sapıyla vurmuş Ali’nin kafasına amcası. Başı
kanlar içinde çocuğun. Tabi o zaman böyle hastane nerdeee…
Hastane olsa gidecek trektör yok. Ana sırtıyla nereye kadar
gidecek.
Askerlikten sıhıye olan bizim kahvecinin dedesine götürdülerdi o zaman. O
da sardı sarmaladı. Şurup verip göndermiş. İşte Ali o gün bu
gündür oldu deli Ali.
Valla doğruymuş o zaman dedi, Hacı Ömer’in oğlu Adem. Anasının bedduaları
tutuyo demek ki. Hüsnü amca ne oldu diye bu sefer de o sordu
gençlere. Bilmiyon mu amca. Deli Ali’nin amcası olu olan Kürek
Memed’in oğlu var ya Ahmet, hani şu madenden yeni emekli olan,
kanser olmuş diyolar. Bir aya kalmaz ölürmüş. Bu Kürek Memet mal
mülk oğluna kalsın diye çalışmış ama Allah’da cezasını veriyo
bak. Yaradan Allahım sen ne adaletlisin dedi biri. Öteki de
“Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” dedi. Hüsnü amca da
“çıkar, çıkar, çıkarrr, hem de nasıl çıkar, yedi sülalesinden
çıkar”dedi.
Bir ay geçti geçmedi Ahmet usta öldü. Cenazesi yıkandı tabuta konup
musalla taşına kondu. İmam kısaca kul hakkı yemenin ne kadar
günah olduğundan bahsedip cemaate dönüp “Hakkınızı helal ettiniz
mi?” derken, kalabalığın içinde bir kişiden daha yüksek “hakkımı
helal ettim” diye bir ses geldi. Cemaat kafasını arkaya çevirip
baktığında bu kişinin Deli Ali olduğunu gördüler ve hayretler
içinde kaldılar.
Deli Ali amcası oğlunun mezarına kadar gidip ona toprak da attı, gecesine,
yedisine, kırkına, elli ikisine de gitti. Yılına da gidecekti
ama gidemedi. Çünkü ondan önce gitmesi gereken bir cenaze daha
oldu, amca oğlunun karsı olan yengesi. O da kocasının ölümünden
üç ay sonra mide kanseri olduğunu anladı. Ta İstanbullara kadar
hastanelere gittiyse de iş işten çoktan geçmiş ve hastalık bütün
vücudunu sarmıştı. Bir ay içinde kadıncığaz da öldü. Deli Ali
ona da hakkını helal etti, onun da mezarına toprak attı, onun da
gecesini, yedisini, kırkını ve elli ikisini ihya etti. Dualar
okudu, yasinler indikçe amin dedi. Ve hep beraber aşk ile bir
daha Kelime-i Şehadet getirdi.
Bu olay artık köyün dışına taşmış ilçeye kadar yayılmıştı. Hatta
İstanbul’daki ve Almanya’da ki köylülere kadar gitmişti. Ve
herkesin söylediği bir şey vardı.”Alma mazlumun ahını çıkar
aheste aheste…”
Bir sene içinde Kürek Mehmet, mirasını bırakacağı tek olu olan Ahmet
ustanın ve gelininin ölümünü gördü. Tek kızı olan Gülcan evlendi
mutluluk yüzü görmedi. İki kocasından da ayrıldı. Çocuklarıyla
birlikte babasının evine geri döndü. Ahmet ustanın tek oğlu olan
Mustafa babasının ve annesinin ölümüne özürlü olan iki çocuğunun
kaderine sabırla katlanıp asgari ücretle yaşamına devam etti.
İstanbul’dan zar zor aldığı evinde bu olanlardan uzak kalarak
yaşamaya devam etti. Aradan iki yıl geçmeden o da hastanelerin
yolunu tuttu. Doktorların koyduğu teşhis bu kadar da olmaz diyen
cinstendi. Mustafa da babası gibi ölümcül bir hastalığa
yakalanmıştı, o da kanser olmuştu.
Şimdilerde bütün bu olanlar köylünün dilinde dolaşıp duruyor. Herkes
Mustafa’nın da çok yakında öleceğini ve bu ailenin trajedisini
konuşuyordu. Deli Ali ise bu olanlar karşısında hiç konuşmuyor,
sanki Ramazan Ayındaymış gibi oruç tutuyordu. Her zamanki gibi,
yalnız dolaşıyor, kırlara çıkıyor ve mezarlıklarda yatıp
kalkıyordu. Ne yer ne içer kimse bilmiyordu. Köylüler bir
taraftan deli Ali’ye acırken bir taraftan da bu durumdan ibretle
konuşuyordu.
Kürek Mehmet yaşarken tüm ailesinin bir bir toprağa girişini gördü
ölmeden. Bir ocak Grizo patlamış gibi söndü gitti birkaç yıl
içinde. Artık topraklarını bırakacak ne çocuk kalmıştı ne de
torun. Ama çocuklarını bırakacak bir metrelik toprak
bulabilmişti. O da köylünün mezarlığındaki toprak.
Bilal ÖZBAY
16.01.05 FINDIKZADE |