Ana Sayfa  | Öykü Kapak

 
 

 

     

 

  
Eşyaların Dili

 

          Bir apartman kapısı. Bütün zillerin sesi kısılmış, kimsenin duyduğu yok. Kapı anahtarlarından biri hemen ileri doğru atılıp “ben açarım” dedi. Önce kapıya selam verdi, kolundan tutup göbek deliğine doğru ilerledi. Anahtarın dili kapı kilidinin dudakları arasından içeriye doğru usulca sokuldu, dişlerinin arasından dilini okşadı, sonra da sertçe ısırarak dilin gerisin geriye, içeriye doğru girmesine neden oldu, büyük bir acının çığlığıyla dişlerin arasından kurtulup yay gerilerek fırladı ve kapı “şak” diye içeriye doğru açıldı. Kapının işaretiyle dikkat kesilen eşyalar birbirinin gözlerine bakındılar. Bir haremin efendisini bekleyen metresleri gibi utangaç ve heyecanlıydılar. Holdeki lamba yanıp sönerek gelen misafire göz kırpar gibi parıldadı. Eski bir ceket kanepenin üzerine gelişi güzel düştü.

Evin içini ancak karakol hücrelerini andıran küf ve rutubet kokusu sarmış gibiydi. Sanki bunu anlayan terasın kapısı ardına kadar açılıp soluklandı. Beklenen rüzgar martıları selamlayarak Hızır gibi yetişti ve temiz havayla tüm evi doldurdu. Bütün eşyalar kendine geldi, uyandı sanki; perdeler titreyerek salındı, güneş ışıkları penceredeki kirli camları dinlemeden olabildiğince içeri süzüldü ve rutubetten küflenen mobilyaların nemini çekti. Yağmur ne zamandır yağmadığı için camlar kirli kalmış, kuraklıktan toprak kurumuş, sular çekilmişti. Banyoda ve lavabodaki muslukların boğazı kurumuş, borular hararetten kireç bağlamıştı. Üzgündü musluklar ve bir sevgilinin aşkıyla bekliyorlardı yağmuru ve kızları olan suyu. Şu alafranga tuvalete ne demeli? Su olmayınca kanalizasyonun kokularından burnu tıkandı, neredeyse nefes alamayacak duruma geldi. Sifona söylenmesi de boşuna zaten, hem o ne yapabilirdi ki? Yağmur duasına çıkacak değildi ya!

         Sandalyelerden biri amuda kalkarak terasa çıktı, en köşeden bir yere çekilip oturdu. Buradan bütün Fındıkzade yokuşu, Kızılelma caddesi ta Samatya’ya kadar  görülüyor. Marmara Denizinin gözleri yine aynı mavilikte, Kınalı Ada kirpiklerine sürme çekmiş gibi manzarayı daha muhteşem kılıyor. Sonra sandalyenin diğer eşi de gelip yanına durdu. Bütün yorgunlukların yerini ılıman bir mutluluk almıştı. “Ah keşke masa da gelebilse” dedi eşine, ama gününde değil bu gün, gelmez dedi yine kendisi. Yoksa o da bu manzarayı kaçırmak istemezdi. Bir akşamları bir de sabahları çok güzel olur buranın sureti; ay güzel bir yüz gibi açar üstümüze ve yıldızlar kandilin ışıkları gibi ölgünce, nazlı nazlı düşer denize.  Sonra bir fırça yağlı boyayla geçer yakamozların içinden. Sandalyenin biri kıpırdadı yerinden, ardından iki kadehle gelip birini diğerine uzattı, şerefe dedi, şerefe geceye.

          Yatak odasının kapısı ardına kadar açılıp şöyle bir “oh” çekti içinden, ne zamandır hareket etmemişti doğrusu. Önce ileri geri esnedi, sonra son bir gıcırtıyla durdu. ‘’Bütün iskeletim ve kemiklerim paslanmış’’ dedi, yan odanın kapısına. O da kendisinden farklı değildi ama en azından o geçen bahar yağlanmış ve boyanmıştı. Yok dedi kendi kendine “ben bu kışı çıkaramam düşer kalırım olduğum yere, sonra cesedimi ne yaparlarsa yapsınlar, öldükten sonra ne önemi var, ha toprağa karışmış ha sobanın cehennem ateşine.”

Perdeler sağa sola kayıp odayı aydınlattılar, her iki pencere de sonuna kadar açılıp dışarıda ne kadar ses varsa havayla beraber sohbet için onları içeriye davet etti. Kuş sesleri, martı sesleri ve ağustos esintisi güzel bir müzik oluşturuyorlardı. Ah şu araba gürültüleri ve korna sesleri olmasa ne de güzel olurdu.

Yatağın üstünü örten nevresim hafifçe sıyrıldı, yastığın gözlerini ışık aldı, gözleri kamaştı ve uyanıp günaydın dedi yatağa. Yatak da dostuna “günaydın” diyerek hafifçe esnedi, yaylandı da hem. Yaylarından bir ses geldi, gıcırtı sesi gibi, ağlar gibi değil ama sanki sızlanırmış gibi. Ne zamandır yalnızdı zaten ve yalnızlığa mahkum olan her yatak gibi yastığa sarılarak uyumuştu aylarca. ‘’Oh be, iyi ki geldin’’ dedi rüzgara. Mutluydu ve heyecanlıydı kendini yeniden bulmasına. Coşmuştu işte yeniden eski günlerdeki gibi. Hafifçe salladı kendini, yayları çıldırmıştı ve hop hop ediyordu yüreği. Sallandıkça sallanıyor, çarşaf, yatak ve yastık birbirine sarılıyordu. Diğer bütün eşyalar; tavanda asılı duran lamba, duvarda yan yatmış bir tablonun içindeki karanlık bir çift göz, komodinin üzerindeki adını saymaya bile değmez demirbaş olmayan eşyalar, kapılar pencereler, duvardan titreşimleri duyan mutfaktaki eşyalar, kendinden geçmiş olan bu yatağa bakıp merak içinde izliyorlar olup bitenleri. Ne zamandır böyle bir nöbete tutulmamıştı bu yatak. Sara nöbetine esir olmuş bir hasta gibi kendini yerden yere vurup duruyordu. İmdat diye feryat edecek hali bile yoktu, hem kim yardım edebilirdi ki, onun varoluş nedeni buydu. Geldi geleli böyle oluyordu işte. Sonra birden titremeler, sarsıntılar, inlemeler. Gök gürültüsünden sonra çakan şimşekler ve yırtılışı bir gecenin, ardından patlayarak boşalması yağmur gibi. Toprağın sevinç ve mutluluk çığlıları. Sonrası, sonrası sükut. Her yorgunluğun, bitkinliğin ardından gelen dinginlik.  Hep başı gibi duran yastık üzerinden düştü, ağladı, sanki göz yaşları üstündeki elbisesini ıslattı. Ağladı, ağladı ve ağladıkça ıslandı. Acıdan değildi düşen gözyaşları, mutluluk pınarından akan birer inci damlalarıydı.

          Ayıcıklı potinler sağ sol yaparak yatak odasından banyoya yürüdü, musluklar sola doğru döndü, musluk ‘’fıs’’ diye bir ses çıkarıp, bütün damarlarından boşluk akıttı, sanki suç işlemiş gibi bütün contalarına kadar kızardı. Çağlayanlar gibi çığırtkan sesinden eser yoktu, üzüldü üzerine düşeni yapamadığı için ve  sağa doğru  dönerek suçlu bir çocuk gibi kapattı kendini. Potinler mutfağa girdi, buzdolabı kapağını açtı, küflenmiş peynirler çöp kutusuna düştü, bayatlamış ekmekler de,  tüp karnım aç dedi sallanarak, potinler dinledi ama konuşmadı. Kuru bir ekmek poşetin içinden çıkıp dağılarak, un ufak oldu ve birden esrarengiz bir şekilde kayboldu.

         Pencereler sırayla kapandı, perdeler çekildi, odaları yine karanlık bastı. Eski bir ceket aceleci misafir gibi ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü. Kapı her zamanki gibi açılmakta zorlandı. Sanki “bir gece daha kal” der gibiydi, diyemedi.Hangisi misafir, hangisi gerçekte ev sahibiydi? İçerde kalan mı, dışarıda kalan mı? Hem bunu kim bilebilirdi ki? Sahiplik, emek isterdi, sorumluluk isterdi, değer isterdi. O zaman gerçek olan eşyalar değil miydi?  Ceket bütün bu serzenişleri duymazdan gelerek kendini kapının ardına kadar atıverdi. Kapıyı kolundan sert bir şekilde kendisine doğru çekti. Bu çekiş, bir çapkının sevgilisine son sarılışı veya onu son öpüşü gibiydi. Karşı dairenin kapısı bu durumu yanlış anlayacak, belki de apartmandaki diğer dairelerin kapılarıyla dedikodusunu yapacaktı.

          Gidiyorum dedi içinden kapıya. Duymazdan geldi kapı, üzgündü ve kapattı içindekilerle birlikte her şeyi ona. Anahtar burnunu sertçe kilidin dudakları arasına sıkıştırdı. Dilini öyle bir ısırdı ki Şak diye bir ses geldi, bütün olarak ileriye doğru uzayıp kapı kasasının içine kadar girdi ve yine gelinceye kadar kapıyı duvara yapıştırdı. Anahtar işini başarıyla bitirdikten sonra kendinden emin bir şekilde burnunu kilidin dudakları arsından çekti. Şakırdayarak merdivenlerden inip o meçhul sokaklara karıştı. Belki sahibini arayacaktı; bütün bu kalabalıkların içinde yitip giden, kaybolan ve yalnızlıktan kendini Tanrı sanan efendisini. Tanrı değildi, bu bir yanılsamanın diğer bir yarısıydı. Kul’du sadece, ruhuyla birlikte bedenini de bağışladığı sevgilisinin kulu. Ölü gözlerin ardına gizlenmiş bir siluetin ruhu. Şimdi de onun kalbinin kilidini açma vaktiydi, zaman alacaktı belki ama kendine gelmeliydi ve  ‘’yalnızlık ancak tanrıya yakışır,’’ derdi.              

                                                                                    Bilal ÖZBAY

Bu site tamamen özgündür. İzinsiz veya isim belirtilmeden herhangi bir alıntı yapılamaz. Eserlerin bir kısmı Deyiş Dergisi tarafından yayınlanmıştır.

  
Bilal ÖZBAY

 

İnsan bir kere düştü mü yalnızlığın kuytusuna, etraftaki bütün sesler anlamını yitirir. Duyum eşiklerinin artık bir önemi yoktur. Duyular sadece varlıklar içindir. Oysa yalnız adam çoktan yitirmiştir var olmayı. O artık gerçek ile imgelem arasına sıkışmış silik bir varlıktır. Cinler gibi kimselere görülmezler, kimseler tarafından duyulmazlar.

Yalnızlık nedir diye sorarsanız dostlarım, Yalnızlık yaşarken yaşamdan el etek çekmektir, yalnızlık varlığımızı yok saymaktır. Yalnızlık yeniden doğabilmek için ölüm ayinlerine katılmaktır sarı odalarda.

sarı odalar, yalnızlıkların rengidir gecenin kör karanlığında.