Bir apartman kapısı. Bütün zillerin
sesi kısılmış, kimsenin duyduğu yok. Kapı anahtarlarından biri
hemen ileri doğru atılıp “ben açarım” dedi. Önce kapıya selam
verdi, kolundan tutup göbek deliğine doğru ilerledi. Anahtarın
dili kapı kilidinin dudakları arasından içeriye doğru usulca
sokuldu, dişlerinin arasından dilini okşadı, sonra da sertçe
ısırarak dilin gerisin geriye, içeriye doğru girmesine neden
oldu, büyük bir acının çığlığıyla dişlerin arasından kurtulup
yay gerilerek fırladı ve kapı “şak” diye içeriye doğru açıldı.
Kapının işaretiyle dikkat kesilen eşyalar birbirinin gözlerine
bakındılar. Bir haremin efendisini bekleyen metresleri gibi
utangaç ve heyecanlıydılar. Holdeki lamba yanıp sönerek gelen
misafire göz kırpar gibi parıldadı. Eski bir ceket kanepenin
üzerine gelişi güzel düştü.
Evin içini ancak karakol hücrelerini andıran küf
ve rutubet kokusu sarmış gibiydi. Sanki bunu anlayan terasın
kapısı ardına kadar açılıp soluklandı. Beklenen rüzgar martıları
selamlayarak Hızır gibi yetişti ve temiz havayla tüm evi
doldurdu. Bütün eşyalar kendine geldi, uyandı sanki; perdeler
titreyerek salındı, güneş ışıkları penceredeki kirli camları
dinlemeden olabildiğince içeri süzüldü ve rutubetten küflenen
mobilyaların nemini çekti. Yağmur ne zamandır yağmadığı için
camlar kirli kalmış, kuraklıktan toprak kurumuş, sular
çekilmişti. Banyoda ve lavabodaki muslukların boğazı kurumuş,
borular hararetten kireç bağlamıştı. Üzgündü musluklar ve bir
sevgilinin aşkıyla bekliyorlardı yağmuru ve kızları olan suyu.
Şu alafranga tuvalete ne demeli? Su olmayınca kanalizasyonun
kokularından burnu tıkandı, neredeyse nefes alamayacak duruma
geldi. Sifona söylenmesi de boşuna zaten, hem o ne yapabilirdi
ki? Yağmur duasına çıkacak değildi ya!
Sandalyelerden biri amuda kalkarak
terasa çıktı, en köşeden bir yere çekilip oturdu. Buradan bütün
Fındıkzade yokuşu, Kızılelma caddesi ta Samatya’ya kadar
görülüyor. Marmara Denizinin gözleri yine aynı mavilikte, Kınalı
Ada kirpiklerine sürme çekmiş gibi manzarayı daha muhteşem
kılıyor. Sonra sandalyenin diğer eşi de gelip yanına durdu.
Bütün yorgunlukların yerini ılıman bir mutluluk almıştı. “Ah
keşke masa da gelebilse” dedi eşine, ama gününde değil bu gün,
gelmez dedi yine kendisi. Yoksa o da bu manzarayı kaçırmak
istemezdi. Bir akşamları bir de sabahları çok güzel olur buranın
sureti; ay güzel bir yüz gibi açar üstümüze ve yıldızlar
kandilin ışıkları gibi ölgünce, nazlı nazlı düşer denize. Sonra
bir fırça yağlı boyayla geçer yakamozların içinden. Sandalyenin
biri kıpırdadı yerinden, ardından iki kadehle gelip birini
diğerine uzattı, şerefe dedi, şerefe geceye.
Yatak odasının kapısı ardına kadar
açılıp şöyle bir “oh” çekti içinden, ne zamandır hareket
etmemişti doğrusu. Önce ileri geri esnedi, sonra son bir
gıcırtıyla durdu. ‘’Bütün iskeletim ve kemiklerim paslanmış’’
dedi, yan odanın kapısına. O da kendisinden farklı değildi ama
en azından o geçen bahar yağlanmış ve boyanmıştı. Yok dedi kendi
kendine “ben bu kışı çıkaramam düşer kalırım olduğum yere, sonra
cesedimi ne yaparlarsa yapsınlar, öldükten sonra ne önemi var,
ha toprağa karışmış ha sobanın cehennem ateşine.”
Perdeler sağa sola kayıp odayı aydınlattılar,
her iki pencere de sonuna kadar açılıp dışarıda ne kadar ses
varsa havayla beraber sohbet için onları içeriye davet etti. Kuş
sesleri, martı sesleri ve ağustos esintisi güzel bir müzik
oluşturuyorlardı. Ah şu araba gürültüleri ve korna sesleri
olmasa ne de güzel olurdu.
Yatağın üstünü örten nevresim hafifçe sıyrıldı,
yastığın gözlerini ışık aldı, gözleri kamaştı ve uyanıp günaydın
dedi yatağa. Yatak da dostuna “günaydın” diyerek hafifçe esnedi,
yaylandı da hem. Yaylarından bir ses geldi, gıcırtı sesi gibi,
ağlar gibi değil ama sanki sızlanırmış gibi. Ne zamandır
yalnızdı zaten ve yalnızlığa mahkum olan her yatak gibi yastığa
sarılarak uyumuştu aylarca. ‘’Oh be, iyi ki geldin’’ dedi
rüzgara. Mutluydu ve heyecanlıydı kendini yeniden bulmasına.
Coşmuştu işte yeniden eski günlerdeki gibi. Hafifçe salladı
kendini, yayları çıldırmıştı ve hop hop ediyordu yüreği.
Sallandıkça sallanıyor, çarşaf, yatak ve yastık birbirine
sarılıyordu. Diğer bütün eşyalar; tavanda asılı duran lamba,
duvarda yan yatmış bir tablonun içindeki karanlık bir çift göz,
komodinin üzerindeki adını saymaya bile değmez demirbaş olmayan
eşyalar, kapılar pencereler, duvardan titreşimleri duyan
mutfaktaki eşyalar, kendinden geçmiş olan bu yatağa bakıp merak
içinde izliyorlar olup bitenleri. Ne zamandır böyle bir nöbete
tutulmamıştı bu yatak. Sara nöbetine esir olmuş bir hasta gibi
kendini yerden yere vurup duruyordu. İmdat diye feryat edecek
hali bile yoktu, hem kim yardım edebilirdi ki, onun varoluş
nedeni buydu. Geldi geleli böyle oluyordu işte. Sonra birden
titremeler, sarsıntılar, inlemeler. Gök gürültüsünden sonra
çakan şimşekler ve yırtılışı bir gecenin, ardından patlayarak
boşalması yağmur gibi. Toprağın sevinç ve mutluluk çığlıları.
Sonrası, sonrası sükut. Her yorgunluğun, bitkinliğin ardından
gelen dinginlik. Hep başı gibi duran yastık üzerinden düştü,
ağladı, sanki göz yaşları üstündeki elbisesini ıslattı. Ağladı,
ağladı ve ağladıkça ıslandı. Acıdan değildi düşen gözyaşları,
mutluluk pınarından akan birer inci damlalarıydı.
Ayıcıklı potinler sağ sol yaparak
yatak odasından banyoya yürüdü, musluklar sola doğru döndü,
musluk ‘’fıs’’ diye bir ses çıkarıp, bütün damarlarından boşluk
akıttı, sanki suç işlemiş gibi bütün contalarına kadar kızardı.
Çağlayanlar gibi çığırtkan sesinden eser yoktu, üzüldü üzerine
düşeni yapamadığı için ve sağa doğru dönerek suçlu bir çocuk
gibi kapattı kendini. Potinler mutfağa girdi, buzdolabı kapağını
açtı, küflenmiş peynirler çöp kutusuna düştü, bayatlamış
ekmekler de, tüp karnım aç dedi sallanarak, potinler dinledi
ama konuşmadı. Kuru bir ekmek poşetin içinden çıkıp dağılarak,
un ufak oldu ve birden esrarengiz bir şekilde kayboldu.
Pencereler sırayla kapandı, perdeler
çekildi, odaları yine karanlık bastı. Eski bir ceket aceleci
misafir gibi ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü. Kapı her zamanki
gibi açılmakta zorlandı. Sanki “bir gece daha kal” der gibiydi,
diyemedi.Hangisi misafir, hangisi gerçekte ev sahibiydi? İçerde
kalan mı, dışarıda kalan mı? Hem bunu kim bilebilirdi ki?
Sahiplik, emek isterdi, sorumluluk isterdi, değer isterdi. O
zaman gerçek olan eşyalar değil miydi? Ceket bütün bu
serzenişleri duymazdan gelerek kendini kapının ardına kadar
atıverdi. Kapıyı kolundan sert bir şekilde kendisine doğru
çekti. Bu çekiş, bir çapkının sevgilisine son sarılışı veya onu
son öpüşü gibiydi. Karşı dairenin kapısı bu durumu yanlış
anlayacak, belki de apartmandaki diğer dairelerin kapılarıyla
dedikodusunu yapacaktı.
Gidiyorum dedi içinden kapıya.
Duymazdan geldi kapı, üzgündü ve kapattı içindekilerle birlikte
her şeyi ona. Anahtar burnunu sertçe kilidin dudakları arasına
sıkıştırdı. Dilini öyle bir ısırdı ki Şak diye bir ses geldi,
bütün olarak ileriye doğru uzayıp kapı kasasının içine kadar
girdi ve yine gelinceye kadar kapıyı duvara yapıştırdı. Anahtar
işini başarıyla bitirdikten sonra kendinden emin bir şekilde
burnunu kilidin dudakları arsından çekti. Şakırdayarak
merdivenlerden inip o meçhul sokaklara karıştı. Belki sahibini
arayacaktı; bütün bu kalabalıkların içinde yitip giden, kaybolan
ve yalnızlıktan kendini Tanrı sanan efendisini. Tanrı değildi,
bu bir yanılsamanın diğer bir yarısıydı. Kul’du sadece, ruhuyla
birlikte bedenini de bağışladığı sevgilisinin kulu. Ölü gözlerin
ardına gizlenmiş bir siluetin ruhu. Şimdi de onun kalbinin
kilidini açma vaktiydi, zaman alacaktı belki ama kendine
gelmeliydi ve ‘’yalnızlık ancak tanrıya yakışır,’’
derdi.
Bilal ÖZBAY
|