Emekli olalı daha beş yıl olmuştu. Yaş kemale
ermişti ve artık aynadaki ihtiyar bir adam. Ak saçlar,
aksakallar ve bastona dayanmış ellilik bir adam. Ve dillerin
adının önüne iliştirdiği “Amca” sıfatı. Veya Arif amca. Neden?
Arif’e ne oldu? Ya Arif abiye? Zaman durmadan akan nehir gibiydi
ve aktıkça her şeyi gerisinde bırakıyordu işte. Anılar geride
kalan yaşamların düşük çocukları gibi öksüz. Çocukluğunu
hatırladı birden ve yıldırım gibi düştü o tüysüz yıllara. Nasıl
da büyümek isterdi, ah bir on sekiz yaşımda olsam derdi kahvenin
kapısından dışarı atılırken. En gıcık olduğu şeydi on sekiz
yaşından küçükler giremez yazısı. Hep büyük olma arzusuyla dolup
taşardı lise yıllarında.
On sekiz yaşına girdiğinde ilk yaptığı şey
arkadaşlarıyla bir bara gidip gönül rahatlığıyla içerek bunu
kutlamaları olmuş, arkasından da bir geneleve gidip milli
olmuşlardı. Zaman akarken kendisini de alıp götürmüştü işte
farkında bile olmadan. Ne tuhaf dedi içinden; şimdi de on sekiz
yaşında olmayı arzuluyordu işte.
Karısına baktı, kanepenin bir ucuna çekilmiş,
gözlükleriyle örgü örüyordu, dantel işliyordu. Yasemin dedi
içinden. On sekiz yaşında ne güzeldi oysa genç, işveli ve o
kadar da cazibeli bir kız. Yeşil gözleriyle bakınca nasıl da
büyülerdi beni. İlk baktığında âşık olduğum kızdı işte karım.
Torunumuz ilkokuldan gelip babaanne diyerek atıldı kollarına, o
hiç alınmadı bundan, alışmıştı yaşlılığa. Sonra da benim
kollarıma koşarak “dede” dedi, bak resim yaptım, güzel olmuş mu?
Güzel yavrum, hem de çok güzel olmuş çocuğum. Dede, daha çok
ihtiyar bir sıfat. Ben bir dede, karımsa nine olmuş, ne zaman,
nasıl bu kadar çabuk…
Sevişmeyeli yıllar oldu. Otuz beş yıllık bir
yatak, ne zamandır aşkla titremedi bilmem artık. Yatak odası hiç
dağılmıyor, her zamanki düzende. Aynı saatte yatış ve kalkış ve
geçmeyen gece, olmayan sabah, doğmayan güneş… İnsan gelince
ellisine zaman duruyor sanki oysa ne çabuk geçmişti gençlik, ne
gece ne de gündüz, yetmezdi zaman. Meşgul olacak hep mazeretler
vardı işte. Gece olunca çocuklar kuşlar gibi yuvalarına çekilir
ve bizi ölümcül bir yalnızlık alır götürürdü baykuşların
tünediği geceye ve öylece bırakıverirdi karanlığın ortasına.
Yavaşça konuşurduk karımla ve oldukça az.
Artık, sadece karım Arif diyor bana, ben de ona
Yasemin. Ben televizyonda sabah, öğle, akşam ve gece haberlerine
bakarım, o akşamdan kalma bulaşıkları yıkar mutfakta. Memleket
hep aynı bildim bileli mutfaktan belli. Bizimkisi alışkanlıktan
muhabirlik belki.
Uyku tutmadı yine bu gece, yorganın altından
çıkıştı intihardan kaçış. Dirilmek ve yaşamak arzusu. Merak
etmeyin çocuklarım yine de sabah erkenden kalkarım güneşin
doğuşunu izlemeye. Yaşlılıktan mıdır bilmem horozlar ötmeden
kalkarım yerimden. Mutfakta bir fincan kahve aldım çekildim bir
masanın ucuna. Yarım kalan öykülerime baktım belki devamını
yazarım diye. Olmadı. Yeni bir sayfa açtım yeni bir öyküye.
Her öykücü, önce kendisini yazar, kendine
öykünür farkında olmadan, bunu kendisinden başka kimse bilmez
çoğu zaman, hatta bazen kendisi bile anlamaz. Bir ucundan tutu
mu öykünün, bakmışsın yazarını da alıvermiş içine. Çok defa
kendimi tutarım buna engel olmak için. Günlük gazetelerin ikinci
sayfasındaki memleket manzaralarını okur onlardan öykü çıkarmaya
çalışırım, sırf benim yaşantımdan uzak kalsın ve beni
imgelerinin arasında içine çekmesin diye. Bunda ne kadar
başarılı oldum bunu zaman gösterecek.
Yasemin geldi, omzuma dokundu, kahven soğumuş
dedi. Sonra da mutfağa gidip ketıla su koydu, belli ki ikimize
birer fincan kahve yapacak. Ben başımı sallayarak onu onayladım.
Artık kendi aramızda ayrı bir iletişim var onunla. Yılların
verdiği birliktelik aramızdaki bağı o kadar güçlendirdi ki,
artık konuşma aracı olarak dil organını çoktan aramızdan
çekmiştik. Çoğu zaman hislerimiz, bazen gözlerimiz, jest ve
mimiklerimiz derdimizi anlatmaya yetiyordu.
Bir fincan kahve onun ellerinden her zaman keyif
verici olmuştur. Bir de sırtıma ince bir battaniye iliştirdi
sırtımı sıcak tutsun diye. Onun ilgisi şu sıcak kahveden bile
daha keyif verici. Arka taraftaki koltuğa ilişip oturdu. Eline
birkaç gündür bitiremediği kitabı aldı, gözlüklerini takıp
okumaya başladı. Birkaç yıldır dünya klasiklerini okuyor,
bitirince de derin bir sessizliğin içine giriyor bir süre.
Belli ki onun da uykusu kaçmış ya da yanında
beni göremeyince o da bana katılmak istemişti. Gündüzleri
oldukça yorulmasına rağmen geceleri de oturmayı seviyorduk.
Gençliğimde onu düşünürken geçirdiğim uykusuz gecelerin aklıma
geliyor ve şimdi yine onunla birlikte uykusuz gecelerimizi
biriktiriyorduk baş başa.
İşte yine aynı şey, bir türlü arzuladığım
kelimeler yan yana gelmiyor ve öykü yolunu almıyordu. Yasemin
neredeyse kitabı bitirecek ve yarın akşama kadar bana kitabı
anlatacak. Kendisi için mutlaka önemli yerler olacak ve benimle
onu tartışmak isteyecek. Ancak benim ona okutacağım bir öyküm
olmayacak. Bu arada yazdığım öyküyü herkesten önce yasemin okur
ve kemale erip ermediğini bana söylerdi. Bazen hiç olmamış; konu
çok dağılmış, kelimeler ve imgeler karaktere oturmamış, bazı
cümleler tekrar olmuş der, bazen de çok güzel olmuş der beni
öperek ödüllendirirdi. Ben öyküyü yazmaktan geçtim yarın ona bir
öykü okutamamanın derdine düşmüştüm. Ancak öykü bu işte kitap
okumaya benzemiyor, hadi yaz bakalım deyince yazılmıyordu.
Bazen bir konuyu günlerce kafamda tasarlıyor
hatta bu bazen aylara, yıllara dağılıyordu. Öyle ki, beş yıldır
kafamda tasarladığım bir öyküyü hala yazmış değilim. Kaç kere
çağırdım onu kalemimin ucuna, kaç kere hadi gel oldun dedimse de
gelmedi. Hep bi’yerlerlerden kaçıp geri dönerdi. Öykü on
sekizlik kız gibidir. Her ne kadar yaşça reşit olsa da kemale
ermemiştir henüz, kıvama gelmemiştir. Hiç kızmam ama ben, demek
ki henüz olmamış derim, olduğunda mutlaka geleceğini de bilirim.
Ki çoğu zaman öylesine bir anda gelir ki bir de bakmışım öykü
bir günde bitmiş. Öykü yazarın aşkı gibidir. Hiç ummadığın anda
çıka gelir ve yazarın elini kolunu bağlar, oturtur şu tahta
masanın başına. Hadi artık beni yaz der. İşte o zaman hazırdır,
kalem de mürekkep de, imgeler bir bir dökülüverir semadan
kâğıtların dizelerine. Hiç durmaz yerinde, bir an önce matbaaya
koşar giriverir bir mecmuanın içine. Ondan sonra deymeyin bizim
keyfimize. Yasemin daha önce hiç okumamış gibi okur durur evin
içinde.
Sabah ezanları okunuyor Sultan Ahmet’te,
pencereleri açıp bütün ilahi tılsımı aldım evin içine. Yasemin
de abdest almak için kitabı masaya bırakıp kalktı koltuktan.
Yanıma gelip arkamdan doğru saçlarımı okşayıp omuzlarıma azıcık
bir masaj yaparak kulağıma eğildi ve: “Hadi Arif yatma vakti”
dedi. Omzumdaki ellerini tutup öperek başımla tamam hayatım
diyerek bu tahta masayı yalnızlığına bıraktım. O sabah namazını
kılarken ben buruşturulup attığım bir yığın kâğıdı toplayıp çöp
kutusuna attım. Bu gece de içimdeki öykü dışarı çıkmamıştı.
Şimdi herkes uyanmaya yüz tutarken biz yatağımıza giriyorduk.
Sabah torunlar gelecek dedi Yasemin.
Bilal Özbay
10.06.05 |